Aile… Söylenmesi kolay, taşınması zor, ama kaybedildiğinde insanı en çok eksilten kelime.
Bir çocuk gece yarısı ağladığında onu ilk duyan, bir genç hayal kırıklığı yaşadığında onu ilk hisseden, bir yaşlı kapıdan beklediğinde ona ilk koşan… Ailedir.
Ve bu yüzden, aile sadece kan bağı değil; ruh bağıdır…
Türkiye’de bugün herkesin cebinden önce kalbi yorgun. Ekonomik kriz, işsizlik, borç döngüsü, şehir hayatının yalnızlaştırıcı etkisi, toplumsal çatışmalar ve bireysel kaygılar arasında savruluyoruz. Gün geçtikçe insanlar evlerinden değil, birbirlerinden uzaklaşıyor. Aynı çatı altında yaşıyor ama birbirine yabancılaşıyor. Oysa bir ev, sadece beton ve tuğladan yapılmaz; içinde sevgi yoksa duvarlar bile soğuk gelir.
Aile, işte bu yabancılaşmanın panzehridir…
Aile, herkes sırtını döndüğünde “ben buradayım” diyendir.
Aile, çocukların kişiliğini inşa eden, yetişkinlerin ruhunu onaran, yaşlıların hatıralarını yaşatan yerdir.
Ama artık bu güçlü yapının temelleri sarsılıyor…
Gençler erken yaşta hayattan umudunu kesiyor. Aile kurmaktan korkuyor. Geleceğe dair plan yapamıyor. Çünkü bir yuva kurmak; sadece bir nikâh değil, bir geçim meselesi haline geldi. Kadınlar hayatın her alanında mücadele verirken, evde destek değil yük görülebiliyor. Erkekler duygularını bastırıyor, sorumluluklarıyla yalnız bırakılıyor. Çocuklar ise teknolojinin içinde, gerçek ilgiden mahrum büyüyor.
Ve ne yazık ki artık bazı evlerde paylaşmak değil, sadece katlanmak var.
Peki neden aile?
Çünkü aile; merhametin ilk öğrenildiği yerdir.
Çünkü çocuklar sevgiyle büyürse, toplumda şiddet azalır.
Çünkü bireyler destek görürse, mutsuzluk yerini huzura bırakır.
Çünkü güçlü aileler, güçlü toplumları doğurur.
Ama burada bitmiyor…
Aile demek sadece çekirdek yapı da değildir. Türkiye’nin kültüründe mahalle, komşuluk, akrabalık bağı da bu geniş ailenin parçasıdır. Eskiden büyüklerin sofrasında büyüdük biz. Bir tabak fazla koymak, “yemeğe kal” demek, dertleşmek, sırt sıvazlamak bizim aile anlayışımızdı. Şimdi bu değerler sessizce yok oluyor.
Bireysellik, modernleşme adı altında toplumsal bağlarımızı zayıflatıyor. Oysa teknolojinin en gelişmişi bile, içten bir “nasılsın?”ın yerini tutamaz.
İşte tam da bu yüzden, aileye daha çok sarılmak zorundayız.
Aileyi yeniden tanımlamak değil; ona hak ettiği değeri yeniden vermek zorundayız.
İletişimi kuvvetli, birbirini yargılamadan dinleyen, zor zamanlarda dağılmayan, birlikte iyileşen aileler kurmak zorundayız.
Çünkü bu coğrafyada savaşlar da oldu, göçler de… Ama insanlar hep ailesine sarılarak hayatta kaldı.
Ve şimdi, ekonomik zorluklar, toplumsal kaygılar ve geleceğe dair belirsizlikler içinde yine aynı yerden güç almalıyız:
Aileden.
Çünkü aile, insanın ilk evi, son limanı, sığınılacak tek gerçeğidir.
Ve bu ülkede hâlâ yıkılmayan son kale, ailedir.