İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif merhumun ifadesiyle; “Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar; hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi.” sözünü unutmayalım. Yaşanılanlardan ders alınsaydı, dünya da Türkiye de herhalde bugünkünden farklı olurdu. Ama insanoğlunun doğasında ders almak diye bir şey yok. Bu nedenle hatalar hep tekrarlanıyor… “Bize bir şey olmaz” diyenlerin başlarına gelmedik iş kalmıyor.
Tarihimizde ve kültürümüzde bir meşale gibi parlayan, etrafımıza ışık saçan bu mümtaz büyüklerimizi yâd etmekten ve her daim hafızalarımızda yaşatmaktan başka asli bir vazife ne olabilirdi?
İşte, bu amaçla bütün ömürlerini Türk milletinin hizmetine vakfeden şair ve ediplerimizin aziz hatıralarını şükran duygularıyla tâziz etmek, her biri birer ilim ve irfan otoritesi olan bu mümtaz büyüklerimizi Türk gençliğinin mürşitlerini tanımasına ve her daim muhayyilesinde yaşatabilmesine vesile olabilmek, bizlerden sonraki gençlerimize de aynı duygu ve düşünceleri emanet edebilmektir.
Ediplerimizi kronolojik ve alfabetik sıraya göre değil, bir bütün olarak; “Söz konusu vatan ise gerisi teferruattır…” düsturuyla yazmaya ve anlatmaya çalışacağım.
VATAN ŞAİRİMİZ NAMIK KEMAL
İkinci İnönü Zaferi üzerine Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır’ın tebrik telgrafına Gazi Mustafa Kemal’in tarihi cevabı:
İstihbarat zabiti vasıtasiyle Dersaadette Namık Kemal Zade Ali Ekrem Beye;
“Anadolu’nun ruhu bütün feyz-i mukavemetini âbâ-i tarihten almıştır. Bize bu mukaddes feyzi nefheden ervah-ı ecdat arasında mükerrem babanızın pek büyük mevkii vardır. Mecruh vatanın halâs-ü istiklâli için ölmek yolunda bugünkü nesle tâlim-i fedakârî eden büyük Kemal hakkında tekrir-i tazimata vesile olan telgrafnamenize arz-i şükran-i mahsuz eylerim efendim.”
10 Nisan-337
T.B.M.M. Reisi
Mustafa Kemal
Bu telgrafta hülâsaten şöyle denilmektedir: “Vatanın kurtuluşu ve istiklâli için ölmeyi bugünkü nesle babanız öğretti.”
Çok sade ve mütevazi bir hayat ve 48 yıllık bir bir ömürde; ”Çok az yemek yer, az uyurdu. Yastığını bükerek mümkün olabildiği kadar yuvarlak bir şekle getirdikten sonra üstüne başını koymak, uykusu gelinceye kadar bir ayağını ufak hareketlerle sallamak, kabil olduğu kadar giyinmiyerek gecelik esvabiyle oturmak, onun mahsusatındandır.
Onun hayatı en ziyade okumakla geçerdi. Hergün en az altı ve vakit bulursa sekiz, hattâ on saat kitap okurdu.
“Yazı yazmak dünyada en sevdiğim şeydir, lâkin okumağa mani oluyor; ah, ikisini beraber yapmak mümkün olsaydı!” sözlerini tekrar edip durması kendisindeki okumak aşkını gösterir.
Rodos’ta Osmanlı Tarihi’ni yazarken maaşının hemen sülüsünü kitaba tahsis etmiştir. Yatağında saatlerce kitap okumadan uyuduğunu hiç görmedim. Vefatından altı saat evvel bile kitap okumuştur.
Her daim minnetle yâd ettiğimiz büyük vatan şairimiz Namık Kemal her fanî gibi bugün arkamızda sadece bir hatıradır. Fakat o yalnız şimdi bir isim değil, Türk gençliği için her zaman bir ülküdür.
ANADOLUMUZUN ‘DİYARBEKİRLİ’ VATANSEVER EVLADI SÜLEYMAN NAZİF’İN KALEMİNDEN
“ NAMIK KEMAL İLE HASBIHAL…” (MALTA GECELERİ’NDEN, 1931)
Ufuk ağarmış, fakat güneş henüz doğmamıştı. Her taraf serin bir rüyaya benziyordu. Açılmaya başlıyan tanyerinin, yavaş yavaş meydana çıkarmakta ve etrafa yaymakta olduğu manazırla nazarlarımın evvelden âşinalığı olmasaydı, bulunduğum yeri hiç tanımayacaktım. Garp tarafından bir haliç uzanıyordu: Adına (Saros) veya (Muarız) dedikleri körfez. Şark tarafındaki denizin ivicaçlı sahillerinde dağlar, adalar yükseliyordu. Evvelâ, vadileri ta devri esatirden beri, heyecanlı ve kanlı vak’alara sahnei tahaddüs olmağa alışmış (İda) Çanakkale dağları… Sonra tedricen Anadolu’nun silsilei Cibali. Bu mahmur göl (Marmara) denizi idi. Ve (Marmara adası) nın garp sahilini aynen görüyordum. Uzaktan, alaca karanlıklar içinden geçen bir mavna, Şehzade Süleyman Paşa ile arkadaşlarının (Edincik) ten bindikleri salı hatırlattı.
Yürümek istedim, öteye. Beriye dağılmış irili, ufaklı tümsekler ayaklarıma çarpıyordu. Dikkatle baktım, bunlar yıkılmış kabirlerdi. Kendi kendime, ”galiba harap bir kabristanda ve galiba (Bolayır) dayım” dedim.
Birkaç adım ötede emsalinden hacmen farklı, bir mezarın hurdahaş olmuş enkazı gözüme ilişti. Kimin metfeni olduğunu bilmiyordum. Dağılmış ve kırılmış taşları üstündeki yazılardan sahibini sormak için ilerlemek istedim. Mezarın üstünde evvelâ, seyyal bir leke, sonra, hayalet şeklinde, bir timsali beşer peyda oldu. Gökten mi inmiş, yerden mi çıktı, bilmiyorum…Uzun saçları omuzlarına, uzun sakalı göğsüne dökülmüş bir cismi uhrevî, geniş alınlı başı açık, mütekâsif şuleden dokunmuş gömleği, boğazından çıplak ayaklarına kadar inmişti. Hem mehabet, hem şefkat neşreden biraz kısık sesle:
- Sen kimsin? Bu vakit buralarda ebedîlerden huzur dilenmek için mi tek ve tenha dolaşıyorsun? Sualini irat etti.
Sesinde öyle cazip ve munis bir şey vardı ki hiç tevahhuş etmedim:
- Evet, darı fena da Adem oğluna nasibi huzur kalmadı. Sizin düşünmüş olduğunuz kıyameti biz gördük. Aranıza karışmak bana müyesser olursa arkamda bırakacağım kıyamet önümde bulacağım mahşerden daha az korkunç olmıyacaktır. Sizi uzaktan, yakından tehdit etmiş olan inhidam, fakat bizi ezdi. Uhrevîler yanında bir melâzı ârama ihtiyacım var. Siz kimsiniz? Dedim. Biraz tereddütten sonra:
- Ben Namık Kemal’im dedi. Senin gözlerinden öyle anlıyorum ki ruhunun benimle âşinalığı var. Elbette ismim hafızana bigane olmayacak…
- O manzaradan ziyade bu namın huzurunda huzur ve huşu ile titredim.
Namık Kemal sözünde devam ediyor, şöyle diyordu:
- Otuz üç seneden beri kemiklerimi kemiren toprağın üstünü ziyaret için…Sılai rahm için yeryüzüne ilk defa geliyorum. Ben dünyanızdan ayrılalı galiba pek çök vekayi tahaddüs etmiş. Etrafımdaki eşyayı hep değişmiş, hep bozulmuş, tarumar olmuş görüyorum.
Ben susmuştum. O, sanki sükûtumdan mütevahhiş:
- Aziz ve büyük vatanım ne halde?
Dedi. Bu sual karşısında ben gözlerimin yaşardığını hissettim.
- Vatanımız mı?.. Artık onu tarihe ve on seneden beri peyderpey size iltihak etmekte olan uhrevilere sorunuz, aziz ve büyük edibimiz, dedim. Sözümü irtiaş ve telâşla kesti:
- Ben fanîlerden ayrılırken Tuna’nın iftirakına ağlıyan gözlerimin yaşı henüz kurumamış, dinmemişti. Bu iftiraka başka hicranlar da mı inzımam etti? Dedi.
- Ah…Çok…Ve pek çok…Şimdi vatanımız serapa hicranzar, vatandaşlarınız serapa matemdardır. Akdeniz’in, size on sene kürsü istiğrak olan adaları dört yüz, beş yüz senelik bir tarihi bugün belki unutmuş bile… Bıraktığınız vatanın her ufkunda başka bir yabancının bayrakları dalgalanıyor. İşkodra’dan Hint denizine, Edirne’den Necit çölüne, Ertzurum’dan Sahrayikebir serhatlerine kadar her taraf hicranzar, her fert matemdardır. Şebnemlerini birkaç dakika sonra güneşin ilk kıvılcımlarına içirecek olan şu karşıki dağların ötesinde biraz toprağınız kalmış:
Vefakâr ve cefakeş Anadolu. Vefakâr ve cefakeş kavminizin son efradı…Son evlâdınız bu son topraklarınızı kudurmuş bir cihanı gayza karşı dişiyle, tırnağiyle müdafaa etmeğe çalışıyor.” dedim ve ağladım.
Çehresinde an bean belirmeğe ve artmağa başlıyan kataratı nurdan anladım ki Namık Kemal’in ruhu ağlıyor.
- İşte vatanınız bu halde, aziz ve büyük vatanperver…Fakat Allah bilir ki, ben huzuru uhrevînizi bu haberlerle karartmak için gelmemiştim.
O, başını göğsüne doğru eğmiş, gözlerinden dökülen kataratı nur çehresinden sakalına süzülüyor, oradan da kalbine insıbap ediyordu. Büyük Türk ve büyük Müslüman başını birdenbire kaldırarak:
- Bu masaip haşronulurken bizim ehli vatan ne yapıyordu? Dedi.
İstemediği, utanacağı yolda bir cevap almaktan korkuyormuş gibi sualinde heyecanlı ihtizazlar vardı. Derhal cevap verdim:
- Oh…dedim, bunu karini bulunduğunuz Allah’a sorabilirsiniz. Hepsi Allah’ı işhat ile sizi tatmin eder ki terennüm ve telkin etmiş olduğunuz aşk ve iman yolunda iki milyondan fazla evlâdınız hayatlarını dağlara, çöllere, dalgalara, rüzgârlara savurdular.
Namık Kemal’in dudakları kımıldıyordu, anladım ki onlara dua ediyor, sözüme devam ettim.
- Aziz ve büyük şair, siz bilmem ne için ve gene bilmem kime hitaben:
“Pâyını suzan eder dikkatle bas kim rahına
Kalbini atmış ölürken âşinalardan biri…”
Demiştiniz. Şimdi müftehir ve kabilse müteselli olunuz ki iki milyon oğlunuz, sizin terennüm ve telkin etmiş olduğunuz aşk ve iman ile yanan ve yakan kalplerini Balkan ve Kafkas şahikalarından Irak ve Filistin çöllerine kadar serptiler. Badema tarihin ayakları, o kalplerin üzerinde yanmadan,bu yerlerde dolaşamayacak. Şimdi bizden ziyade size yakın olan o iki milyon şehidin, belki hâlâ soğumamış naaşlarını birer birer muayene ediniz. Ne ihtiyarlarının metaibi sînin ile buruşmuş alınlarında bir işmizazı şikâyet görürsünüz, ne gençlerin üstleri henüz kararmamış dudaklarında bir takallüsü infial. Hepsinde aşk ve imanın iptisamı itminanı parlıyor. Eski, yeni, büyük, küçük, mümin, mülhit hiçbir kavim, hiçbir ümmet mevcudiyeti milliyesini bu kadar heyecan ile müdafaa etmemiş, hiç bir tarih kapanmamak yolunda bu kadar azim ve içtihat göstermemiştir.
Namık Kemal hem ağlıyor, hem dua ediyordu. (Vaveylâ) sının:
Git vatan, Kâbe’de siyaha bürün
Bir kolun ravzai Nebiye uzat…
Mısralariyle iptida eden (nevha) sını kendi kendine, yavaş yavaş, okumağa başladı. Tahammül edemedim. Yalvararak dedim ki:
- Cüretimi affediniz. İnşadınıza hürmetle mâni olmak istiyeceğim büyük ve aziz pirimiz. Allah’a iman eden her dinin ilk mukaddesatını kanımız ve canımızla asırlardan beri müdafaa ve muhafaza ediyorduk. Onların bulundukları toprakları birer birer kopararak bizden aldılar. (Nebi) zaten ravzasında sizin gibi matemdar ve sizin gibi giryenâktir. (Kâbe) ise korkarım ki puşidei siyahını sütrei hicap eder. (Malta Geceleri’nden – 1931)
***
21 Aralık 1840’ta Tekirdağ’da dünyaya gözlerini açan ve çileli geçen 48 yıllık bir ömür zarfında bizlere çok kıymetli 6 piyesi ‘Vatan ve Silistre – Gül Nihal – Akif Bey – Zavallı Çocuk – Kara Belâ – Celâlettin Harzemşah’ ile 2 romanı ‘İntibah ve Cezmi’den başka ‘Askerî Tarihi ve Osmanlı Tarihi’ bitmemiş, iki eser olarak arkasında yetim ve öksüz kaldı.
2 Aralık 1888’de sürgün hayatı yaşadığı rutubetli ve sevimsiz Sakız adasında aramızdan ayrılan vatan şairimiz Namık Kemal, vasiyeti üzerine Rumeli Fatihi Orhan Gazi’nin oğlu Gazi Süleyman Paşa’nın Gelibolu’nun Bolayır beldesindeki mezarının yanına defnedildi.
Rahmet ve minnetle anıyorum.
Not: Yazılı metinde geçen Osmanlıca Türkçesi sözcüklerin günümüz Türkçesi karşılığını Osmanlıca-Türkçe lugatında bulabilirisiniz.