Lozan Antlaşmasının üzerinden yüz bir yıl geçtiği halde Lozan konusu hemen hemen birçok platformda gündem maddesi olmaya devam etmektedir. Antlaşmanın yüz birinci yıl dönümünde bu konuyu iki alt başlık altında analiz etmeye çalışacağız.
Lozan’da Neleri Kaybettik?
Antalya Kaş’tan balık tutmak için oltamızı denize attığımızda Meis adası sahilinin taşlarına takılıyorsa, Bodrum’dan iki kulaç attığımızda İslanköy (Kos) adasına elimiz değiyorsa, Kuşadası’ndan bağırdığımızda sesimiz Sisam adasında duyuluyorsa, Zengin petrol yataklarının bulunduğu Musul ve Kerkük vatan topraklarının dışında kaldıysa,
(Terör nedeniyle kırk binden fazla canımızı kaybetmemizin en önemli nedeni Irak sınırımızın düz ovadan değil de sarp dağlar arasından çizilmesidir. Musul’da günlük 2,5 milyon varil petrol çıkarılıyor. Ülkemizin günlük ihtiyacı ise 950 bin varildir. Petrol ihtiyacımızın % 90’ını ithal etmekteyiz. Terörün Türkiye’ye maliyeti ve petrolde dışa bağımlı olmamızın sonucu yaşadığımız ekonomik sıkıntıların temel nedeni Musul ve Kerkük’ün Mîsâk-ı Millî sınırların dışında kalmasıdır. )
Soydaşlarımızın yoğun yaşadığı Batum ve Batı Trakya vatan topraklarının dışında kaldıysa,Yunanistan’dan almamız gereken 190 milyar dolar savaş tazminatından feragat edildiyse, Lozan’a giderken 12 milyon kilometrekare toprağımızdan 783 bin kilometrekare kaldıysa, Panama, Panama Kanalından yıllık 6 milyar dolar; İspanya, Cebelitarık Boğazından yıllık 9 milyar dolar; Mısır, Süveyş Kanalı’ndan yıllık 21 milyar dolar kazanırken, dünyada iki boğaza sahip tek ülke olan Türkiye yüzyıldır gemilerden geçiş ücreti alamıyorsa,
(Yıllık en az 20 milyar dolardan hesaplarsak, Türkiye’nin 100 yıldaki zararı 2 trilyon dolar. 2001 krizi 5 milyar dolar için çıktığı hatırlanırsa Türkiye’nin neleri kaybettiği daha iyi anlaşılacaktır.)
Lozan görüşmelerinde Türk Heyetinin içinde bulunan Yahudi Başhaham Haim Naum, İngilizler adına arabuluculuk yaptıysa, b u hakikatler karşısında Lozan’da neleri kazandık? Sorusundan ziyade, Lozan’da neleri kaybettik? Sorusu ister istemez akıllara gelmektedir.
Lozan Görüşmeleri Sırasında ve Lozan Antlaşmasından Sonra Yaşanılan Bazı Olaylar…
İngiliz Milletler Topluluğuna bağlı Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın da aralarında bulunduğu on beş devletin, devlet başkanlığı görevleri, Kraliçenin atadığı genel valiler tarafından yürütür. Kraliçe, Birleşik Krallık Silahlı Kuvvetlerin başkomutanıdır. Kraliçe, İngiliz Resmi Anglikan Kilisesinin başıdır. İngiltere’de başbakanlar, parlamenterler, ordu komutanları ve üst düzey bürokratlar Kraliçeye sadık kalacaklarına ve bağlılık göstereceklerine dair yemin ederek görevlerine başlarlar. İngiltere’de kraliçeye bağlılık, devlete bağlılıkla eşdeğerdir. Daha birçok geniş yetkilere sahip ve İngiliz halkının el üstünde tuttukları Kraliyet Ailesi, Londra’nın en ihtişamlı binası olan Buckingham Sarayı’nda hâlâ yaşarken, Lozan görüşmeleri başlamasından altı gün sonra Sultan Vahdettin sınır dışı edildi.
İngilizlerin yazdığı tarih kitapları, Vahdettin’in İngilizlerle işbirliği yaptığını, kaçtığını ve hain olduğunu bizlere öğretti. Eğer Vahdettin hain olsaydı bugünkü hain gibi Pensilvanya’da bulunan dört yüz dönümlük çiftlikteki malikâneye benzer bir yerde bolluk içerisinde yaşardı. Ancak Vahdettin vefat ettiğinde yastığı altında parasızlıktan alamadığı ilaç reçetesi çıktı. Sultan Vahdettin vatan toprağından ayrılırken saraydan sadece bir tane kaşıkçı elmasını almış olsaydı sürgünde çok rahat yaşardı. Ama o Topkapı Saray’ında birbirinden değerli som altınlara, yeşimlere, zümrütlere, incilere, elmaslara ve daha nice değerli eşyaların hiçbirine elini sürmedi. Sürgüne giderken yanına imkânı olmasına rağmen bir toplu iğne bile almadı. Bu necip millete ait olan beytülmala dokunmayan bir insan nasıl vatan haini olabilir?
Lozan Antlaşmasından yaklaşık yedi ay sonra son halife Abdulmecid Efendi ile birlikte aralarında kadın, yaşlı, çocuk, bebek ve hasta insanların olduğu Osmanlı hanedanının tamamı 155 kişi alelacele ve beş parasız olarak Sirkeci Garından sürgüne gönderildi.
Abdülmecid Efendi ve yanındakiler İsviçre’ye vardığında konaklamak için Leman Gölü’nün kıyısındaki Büyük Alp Oteli’ne yerleşirler. Abdülmecid Efendi çok üzgün bir halde otelin çevresinde yürüyüş yaparken yanında getirdiği tek değer olan paltosunun iç cebindeki Türk bayrağını çıkarır, koklar ve ağlar. Bu durum karşısında otel görevlileri duyarsız kalmaz ve Abdülmecid Efendi otelden ayrılana kadar bayrak, otelin gönderinde dalgalanır. Sürgün hayatının ömrünün sonuna kadar geçireceği Fransa’nın Nice kentine giderken de yine çok sevdiği ay-yıldızlı şanlı bayrağımızı yanına almayı ihmal etmez.
Abdülmecid Efendi Fransa’da çok yokluklar çeker ve 1944 yılında hastalanır. Hasta yatağında Türkiye’ye defnedilmesini vasiyet eder. Sürgüne giderken sarayın bahçesinden oynamak için aldığı taşı, vatan hasretiyle ömrünün sonuna kadar saklayan Kızı Dürrüşehvar Sultan, babasının vasiyetini yerine getirebilmek için defaatle girişimlerde bulunmasına rağmen olumlu bir sonuç alamaz. Bir umut diye naaşı 10 yıl morgda bekletildikten sonra Türkiye’ye defnedilmesi mümkün olmayınca Cennet’ül-Baki mezarlığına defnedilir. Abdülmecid Efendi sürgüne gönderilirken ellerini semaya açarak; “Allah’ım görüyorsun uğruna can ve cananlar verdiğimiz Vatanımdan sürgün ediliyorum. Gurbet ellerde ölürsem, beni Peygamber Efendime komşu eyle” diye dua etmişti. Böylece son halifenin duası kabul olur ve Peygamber Efendimize komşu olur.
Hanedan mensupları sürgündeki hayatlarını çok zor şartlar altında sürdürdüler. Hamallık yaptılar, seyyar satıcılık yaptılar, lokantalarda bulaşıkçılık yaptılar, inşaatlarda kum taşıdılar, lağım temizlediler. Birçoğunun ahir ömürleri ya apartmanların rutubetli bodrum katlarında veya buz gibi havalarda sokaktaki bankların üzerinde son buldu.
Başvekil Adnan Menderes, 1952 yılında NATO toplantısı için gittiği Fransa’da Devlet-i Aliyye’nin Hakanı Sultan Abdülhamid ‘in 60 yaşındaki kızı Ayşe Sultan ve diğer Osmanlı hanımlarının Paris’te bir bulaşıkhanede Fransızların bulaşıklarını yıkadıklarını görünce gözyaşlarını tutamaz. Ayşe Sultan’ın ellerine sarılır ve; “Anne ne olur affet bizi, geç geldik” der. Menderes yurda döner dönmez çıkarılan bir kanunla hanedan hanımlarının yurda dönmelerine izin verilir. Menderes, ecdada sahip çıkmanın bedelini cuntacıların kurdukları darağacında ödedi. Hanedanın erkek mensupları ise Erbakan Hocanın yoğun gayretleri sonucu 1974 yılında yurda dönebilmişlerdir.
Sultan Reşad Han’ın torunu Emine Mukbile Osmanoğlu; “Biz Söğüt’ten elde kılıçla çıkıp Viyana’ya kadar gidenlerin torunuyduk. Biz hiçbir vakit Türkiye’nin fenalığını düşünmedik. Ama bu memlekete 600 sene hizmet ettikten sonra bir gece ansızın hazırlanmamıza bile müsaade edilmeden apar topar kovulduk.” sözleriyle sitemini dile getirmişti.
Osmanlı hanedanı vatansız, yurtsuz aç, susuz, yokluk ve sıkıntı içerisinde yaşamalarına rağmen değerlerine ne derece bağlı oldukları şu anekdottan daha iyi anlatılamazdı. Osmanlının son halifesi Abdülmecid Efendi saraydan ayrılırken yanındakiler kendisine dönerek; “Efendim bilinmez bir yolculuğa çıkıyoruz. Başımıza ne gelecek, ne gelmeyecek bilmiyoruz. Şuradan birkaç eşya ve biraz da akçe alalım.” sözleri üzerine Abdülmecid Efendi şu ibretlik cevabı veriyor; “Osmanoğulları’nda iki tür insan asla çıkmamıştır. Birisi vatan haini. İkincisi hırsız.”
Lozan zafer mi? Hezimet mi? Tartışmaları arasında 21. Yüzyılda dünyada haritalar yeniden çiziliyor ve dengeler yeniden kuruluyor. İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un;
“Târîh”i “tekerrür” diye ta’rîf ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Dizelerdeki uyarıları mucibince bir önceki yüzyılda yaşanılan olaylardan ders çıkartarak bu sefer tarihin tekrar etmesine fırsat verilmeyecektir.
Dünyanın jeopolitik, jeoekonomik ve jeostratejik güç dengeleri, ABD ve Avrupa merkezli Atlantik’ten, Asya merkezli Pasifiğe doğru kaymaktadır. Dünyada bu eksen kayması ile birlikte İpek Yolunun yeniden canlanması anlamına gelen Kuşak ve Yol Projesi Türkiye için önemli potansiyeller ve imkânlar barındıran tarihî bir fırsattır. Türkiye bu fırsatı stratejik ve sürdürülebilir hamlelerle çok iyi değerlendirecektir.
Yeni yüzyıl Türkiye’nin, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin, İslam Coğrafyasının ve tüm dünya mazlumların yüzyılı olacaktır.
Yıldırım DEMİRCİ